Son yıllarda “akıllı şehir” kavramı, şehir plancılığı, mimarlık ve bilişim teknolojileri ekseninde hem akademik hem de pratik düzlemde sıkça tartışılır hale geldi. Özellikle teknoloji şirketlerinin kentsel mekânlar üzerinde artan etkisi, bu tartışmaları daha da yoğunlaştırdı. Peki, bu kadar büyük iddialarla ortaya çıkan projeler neden arzu edilen başarıya ulaşamıyor? Toronto’nun Quayside projesi, bu soruya ışık tutabilecek önemli bir vaka olarak önümüzde duruyor.

Google’ın 2015 yılında kurduğu Sidewalk Labs, “şehirleri internetin mantığıyla baştan inşa etme” vizyonunu taşıyan bir oluşumdu. Bu vizyon, ilk bakışta cazip bir mimarlık ve kent tasarımı hayali sunuyordu: sensörlerle donatılmış caddeler, veriyle yönetilen altyapılar, yapay zekâ destekli ulaşım sistemleri… Ancak bu hayalin gerçek hayattaki karşılığı, teknoloji ve şehir plancılığı alanlarında ciddi kırılmalar yaratmaya başladı.

Toronto’nun Quayside bölgesinde yürütülen proje, hem fiziksel hem de dijital tasarım açısından çığır açıcı olmayı hedefliyordu. Geliştirilen planlarda sürdürülebilir malzeme kullanımı, karbon salınımı düşük yapılar, yeşil alanlarla entegre edilmiş toplu taşıma çözümleri ve gelişmiş fiber optik ağlar yer alıyordu. Tüm bu öğeler, çağdaş şehircilik anlayışıyla bilişim teknolojilerinin entegrasyonunu temsil ediyordu. Ancak bu yenilikçi çerçeve, beklenmedik biçimde halktan ve kamu kurumlarından gelen dirençle karşılaştı.

Bunun temelinde birkaç dinamik vardı. Öncelikle şehirler, sadece fiziksel değil aynı zamanda toplumsal mekanlardır. Her ne kadar algoritmalar bir kentin ulaşım sistemini optimize edebilecek kapasiteye sahip olsa da, kamusal yaşamın kültürel ve politik boyutları bu denkleme dahil edilmediğinde, bilişim altyapıları da anlamını yitiriyor. Projenin başındaki Dan Doctoroff’un da belirttiği gibi, geçmişte teknolojik devrimlerin kent yaşamını dönüştürdüğü doğru; ancak bu dönüşümler, toplumun çeşitli kesimlerinin katılımıyla gerçekleşmişti.

Sidewalk Toronto örneğinde bu katılım mekanizmalarının yetersizliği göze çarptı. Kamusal alanların dijital kontrol sistemleriyle düzenlenmesi, mahremiyet ve yönetişim tartışmalarını beraberinde getirdi. Proje, veri güvenliği, özel sektörün şehir yönetimindeki rolü ve ekonomik fayda dengesi gibi meselelerde açık ve katılımcı bir diyalog kurmakta zorlandı. Bu durum, şehir plancılığı açısından önemli bir ders içeriyor: Teknolojik çözümlemeler, kamusal alanın politik doğasını göz ardı ettiğinde sürdürülebilir olamıyor.

Quayside’in iptal edilmesi sadece bir proje kaybı değil, aynı zamanda bir zihniyet değişiminin işaretiydi. Bundan sadece birkaç yıl önce şehirlerin yapay zekâ ve otomasyonla donatılacağına dair iyimser öngörüler hâkimdi. Ancak bu projelerin çoğunun ya iptal edilmesi ya da rafa kaldırılması, mimarlık ve kentsel tasarım disiplinlerinde daha eleştirel ve yerel odaklı bir yaklaşıma olan ihtiyacı ortaya koydu.

Bugün, teknolojiyi sadece bir araç olarak değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileri şekillendiren bir yapı olarak düşünmek zorundayız. Örneğin, veri temelli karar destek sistemleri şehir yönetiminde önemli kolaylıklar sağlayabilir. Fakat bu sistemlerin kimin verisini kullandığı, hangi algoritmalarla çalıştığı ve sonuçlarının kimleri etkilediği soruları, bilişim teknolojilerinin şehirlerdeki meşruiyetini doğrudan etkiler.

Bu noktada, mimarlık ve bilişim teknolojilerinin entegre kullanımı, sadece fiziksel değil aynı zamanda etik bir tasarım anlayışını da beraberinde getirmelidir. Ozerdem.com olarak biz, şehir plancılığı ve mimarlık projelerinde bilişim sistemlerini yalnızca teknik verimlilik aracı olarak değil, toplumsal fayda yaratacak şekilde kurguluyoruz. Bu yaklaşım, kentsel mekânları sadece işlevsel değil, aynı zamanda yaşanabilir ve adil kılmak açısından hayati önemdedir.

Tasarım süreçlerinde kullanılan dijital simülasyonlar, artırılmış gerçeklik uygulamaları ve veri görselleştirme teknikleri, kentsel mekânın daha iyi anlaşılması için olanaklar sunuyor. Ancak bu araçlar, sadece birer görsellik nesnesi değil; aynı zamanda karar alma süreçlerinin daha kapsayıcı ve şeffaf hale gelmesini sağlayacak potansiyele de sahip. Burada mesele, teknolojiyi kimin geliştirdiği değil, nasıl ve kimler için kullanıldığıdır.

Önümüzdeki yıllarda, şehirlerin “internet mantığıyla” mı yoksa “toplumsal dayanışma mantığıyla” mı inşa edileceği sorusu daha da önem kazanacak. COVID-19 pandemisiyle birlikte kentlerdeki dijital altyapıların ne kadar kırılgan olabileceğini gördük. Aynı zamanda, #BlackLivesMatter gibi hareketler de şehirlerdeki mekânsal adaletsizlikleri görünür kıldı. Bu bağlamda, teknolojik şehir tasarımlarının sadece işlevsel değil, aynı zamanda etik ve politik olarak da yeniden düşünülmesi gerekiyor.

Kent, sadece bir altyapı değil; aynı zamanda bir bilgi üretim alanıdır. Dolayısıyla bilişim teknolojilerinin kent yaşamına entegrasyonunda, mimarlık ve şehir plancılığı disiplinlerinin entelektüel birikiminden yararlanmak elzemdir. Aksi halde, veriyle donatılmış ama anlamdan yoksun kentler üretmek kaçınılmaz hale gelir.

Sonuç olarak, Toronto’daki Quayside projesinin başarısızlığı bir son değil, önemli bir başlangıç olarak görülmelidir. Akıllı şehirler, ancak çok disiplinli bir yaklaşımla, şehir sakinlerinin aktif katılımıyla ve etik temeller üzerine kurulduğunda anlamlı ve sürdürülebilir olabilir.

© 2025, Mimari Proje, Mimari Görselleştirme – ÖZERDEM. Tüm hakları saklıdır.
Tüm içerik ve verilerin yayın hakkı saklıdır. Paylaşım için paylaştığınız içeriğe erişilebilir ve görünür bir bağlantı bulundurulması şarttır.